14 Aralık 2012 Cuma

bir ki üç, herkes düşman.

milli şuur hakkında yanlış yönlendirilmedeki en büyük zararı çocuklar görüyor. geçenlerde bunu kuzenim sayesinde çok iyi anladım. evde müzik dinlemekten ve çay içmekten gına geldğini düşündüğüm vakitlerde hep bi atraksiyon olur diye babaanneme giderim. çünkü her daim kalabalık olana bu ev, sitcom tatıdaki dede babaanne atışmaları, halam ve çocuklarının eşsiz kavgalarıyla beni ciddi anlamda eğlendirir. en son gidişimde de, "ehehe, yine kafamı dağıtıcam burda" bilincindeyken halam, "edip abisi bak, irem tekerleme öğrenmiş okusun mu sana" diye seslendi. ben de gayet şebelek bir şekilde, "tekerleme mi öğrendin? oku bakayım abisi" dedim. Kuzenim tekerlemeye başlayana kadar her şey güzeldi. "bir iki üçler yaşasın türkler, dört beş altı polonya battı, yedi sekiz dokuz ruslar domuz, on onbir oniki italye tilki, onüç ondört onbeş, almanya kalleş" diyerek kuzenim tekerlemesini bitirdi. ben de gayet güleç bir tavırla, aaaa, ne de güzel okudun der demez suratına kürek gibi ellerimle okkalı bir tokat attım. kız ne olup ne bittiğini anlamadan halam devreye girdi. "ne yapıyorsun edip salaklaşma? niye vurdun kızıma" dedi. sus be, kızın beynini böyle böyle yıkıyorlar, kafasını patlatıp beyninin çamaşır makinesinde yıkasan, bu bilinçten daha yararlı olur dedim. halam da afalladı, ne olup ne bittiğini anlamadan babaannem geldi, kızıma bağırma, o senin halan dedi. sen niye karışıyorsun, hem ne biçim kız yetiştirmişsin ya dedim. babaannem suratıma imalı bir şekilde bakarak ne biçim yetiştirmişim dedi. ben de torununa bak anlarsın dedim. seni kim yetiştirdi peki diye sordu, cevap veremedim. konumuz bu değil diye çıkıştım. sonra babaannemin annesi geldi, evladım ne oluyor diyemeden, yüreği dayanmadı kavgaya vefat etti kadın. yani diyeceğim şu, böyle tekerlemelerle genç nesillere gereksiz milliyetçilik aşılarsanız, daha çok babaannelerin anneleri vefat eder. bilinçlenelim.

30 Kasım 2012 Cuma

KAYGISIZLAR

BU KONUŞMADA DALDAN DALA ATLAYACAĞIM. AKLIMA BİR ÇOK ŞEY GELİYOR, ÖZELLİKLE SEN, AMA BEN YİNE DE SENDEN BAHSETMEYECEĞİM. sizle kendimi, anılarımı ve ailemi tanıştırmadım di mi? pardon! davulda babam, ritim gitarda annem, perküsyonda abim, back vokalde ben. kaygısızlar grubu, ismini eskilerden gelen bir televizyon dizisinden alıyor. ama dizi içeriği olarak değil, direkt kelime manası olarak üstümüze alındık. herkes ensturmanı aynı zamanda karakteri. ben aslında sol back vokalim, arada atağa yardım ediyorum ama, atağa yardım sonuçta, golu atan başkası. mesela zamanında ben birini severek pas atmıştım, o ayrılarak gol atmıştı. tüm yedek sevgililer hep bir ağızdan şampiyonluk şarkıları söyledi. saflık işte. saflık demişken de, ilk ot içtiğim gün yaşadığım trajik bir olay var. arkadaşlar benden deneyimli, artık racon mudur nedir, bana çok içirdiler amk. kafamı masaya koydum, kaldırdığımda elektrikler gitmiş, ben kör oldum diye, odada bağırarak koşmuştum. bunlar hep saflık, salaklık değil. neyse, sizle ailemi tanıştırmadım diyordum, babam tuhaf bir adamdır. çocukken annemle babamın evlilik fotoğrafını gördüğümde, babamdan güzel hikayeler dinlerim diye resmi gösterip baba bu neyin resmi diye sordum, safa yattım çocuk aklımla. babam da gayet rahat bir tavırla bana, "yarrağı yediğimizin resmi oğlum" dedi. babam hep realist bir adam olmuştur, ben sürrealist. bu durum bana sinsi ve kötü etkileri oldu tabi, psikologlar boşuna çocukluğa inmiyor abi, olay beni garip taktiklere şevketti, o yüzden babamın yüzüne karşı, hediye veyahut her hangi bir şey istemedim. atıyorum oyuncak mı istiyordum? kendime günlük gibi kağıtlar tutuyordum. bir oyuncağı çok istediğimi, bunu ailemden isteyemecek oluşumu ve onları zor durumda bırakmak istemediğime dair ufak yazılar yazıp, bunları ailemin odamda görebileceği yerlere deneyimsizce saklardım. annem odamı toplamaya geldiğinde eline geçen kağıdı okur, babama anlatırdı, eminim. çünkü bir haftaya kalmaz babam eve o oyuncakla gelirdi, ben de şaşırmış numaralarıyla istediğimi elde etmenin zevkini yaşardım. tabi 20'li yaşlarda pek işe yaramıyor, denemedim değil. çocukluğuma gülle gibi inen başka bir insan da babaannemdir. utanma düzeyi yok denecek kadar az, yaşına göre genç duran ve genç atikliğine sahip biri. işte bu kadının bir gün banyodan çıkmasını bekliyordum, banyonun kapısından babaanne çık ben de banyo yapacağım dedim, su sıcak gel diye bağırıp, banyonun kapısını açtı ve ikimiz yıkandık. benim donum vardı ama babaannem çıplaktı. ilk defa meme görmüştüm, yer çekimine karşı koyamayan babaanne memesi. tam gözlerime denk geliyordu, banyodan çıkana kadar gözlerimi bir daha açmadım. çok korktum, ileriye dönük cinsel problemlerim ve memeye karşı kalıcı bir iticilik sağlayacağını düşünüyordum hep. çok şükür öyle olmadı ama hatırlayınca bir tuhaf olurum.

BEN HİTLER OLACAKTIM

yok abi işi bilmiyor şimdi, ben kaç yıl boyunca age of empires oynamış adamım, tabi bunun için dünya savaşında atlı ordu ve mancılıkla ülke fethedecek değilim. ben sadece diyorum k; Hitler, ingilizlerin meşhur kuzey ordularını yok edebilme imkanı varken, üçyüz elli bin kişilik kara birliklerinin ve tankların geri çekilmesini emretti. adolf reiz bu işi uçakların halledeceğini söylemişti ve ingilizler zor da olsa bütün askerlerini kurtarmıştı. ama hatalar zinciri bundan sonra başladı. britanya savaşı ve denizaslanı harekatı da başarısızlıkla sonuçlandı. uçaklarla yapılan bombardımanda ingiltereyi fethedebileceğini düşünmüştü hitler. çıkarma, yani kara harekatı düşünülmemiştir. denizaltılarla kuşatma yapılmış ve ingiltere teslim olmaya zorlanmıştır. koskoca birleşik krallığı bu şekilde savaş dışı edebileceğini düşünmesi büyük bir mantık hatasıdır. kuzey nigga afrika cephesinde de büyük başarılar elde edemediler, şehirler el değiştirip durdu. italyanların beceriksizliği ve ikmal sıkıntıları gibi konulara hitler'in fazla önem göstermemesi sebebiyle bu cephede gerçekleştirilmesi düşünülen şey hüsranla sonuçlandı. rusya cephesinde ise moskova'ya 60 km kala ordusuna dur emri verip gerektiğinde geri çekilip saldırmadı ve soğuk kış şartlarına özen göstermedi. daha sonra gitti sığınakta kafasına sıkıp güzelim almanya'nın işgal edilmesine sebep oldu. o dönemler stratejik bilgisayar oyunları olsaydı böyle mi olurdu? olmazdı tabi. neyse amk gece gece neyi düşünüyorum ya.

22 Ocak 2012 Pazar

çocukluk bad-tribi

son zamanlarda yok 90'lar yok 70'ler filan, insan maziyi düşünmüyor değil.
bir de vakit ne olursa olsun, duygu pek değişebilen bir şey değil, duygunun kimyası da değişmiyor. müzik ya da sinema sektörü de olmadığından mütevellit değişmiyor işte.
neyse, sonra bu konuya döneceğim de, 90lar benim için paranoya dönemiydi. ekmek almaya bile giderken "dikkat et organ mafyası kol geziyormuş" ikazlarıyla karşılaşıyordum. hem de nasıl ikazlar, nasıl korkular, nasıl panikler.
annem de benden paranoyak, dünyadaki tüm suç örgütlerinden tut, kötülük yapmaya hazır kim varsa benim evden çıkmamı bekliyormuşçasına ikazlar bunlar.
günlerce aldırmıyorsun, gülüp geçiyorsun, sonra aylar, yıllar oluyor. kafana giriyor artık.
her yabancıdan şüphe eder oldum, bakkalın bile beni kaçırıp sikebileceğine ihtimal verir oldum. paranoya filan bulaşıcı şeyler yani.

ilk okul 4. sınıfta dershaneye başlamışım zaten, evden uzaklaşıyorum zırt pırt, benim bu korkular yenmem gerek filan derken ben minibüsçülere taktım kafayı, alayı tehdit unsuru oldu.

dershaneye gitmek için her minibüse bindiğimde, şöförün yolcuları kaçırıp, etimizle sucuk filan yapacaklarını sanıyorum. benim organ mafyası anlayışım da bu, nakil filan öğrenmemişiz o sıralar.
her neyse, böyle kuruyorum kafamda hep, kaçıracak mı? doğru yolda mıyız? bilmem ne filan derken, her zaman gittiği güzergahın dışına çıktı minibüs, ben kafayı yedim tabi, 4. sınıf çocuk çığlığı bi yaygara yolcular da telaşlandılar, taşak yanaklarımdan akan göz yaşlarını sildiler, tam o sırada bir yolcu inerken atlayıp kaçtım minibüsten.

annem de her ihtimale karşı numarasını ezberletmişti, bir şey olursa yanında sana yardım edecek biri olursa bunu ver bana ulaşsın filan, ben de çılgınca sokaklarda koşarken durup, nemli gözlerimle temiz yüzlü bir amcadan rica ettim aramasını. yarım saat kadar sonra annem amcanın tarif ettiği yere geldi, ben durumu anlattım tabi, yok kaçırıyordu, başka yollara girdi, yoldan çıkardı. kendimi dışarı zor attım, yolcuları da kafalamış, beni sakinleştirmeye çalıştılar kaçmayayım diye filan, atıyorum da atıyorum.

meğer yol çalışması yüzünden değişmiş güzergah, e ben de osuruktan nem kapan bir insanım, annem tembihlemiş filan.
neyse ki bir şey olmadı ama ben hala inanıyorum. bir gün sapık bir minibüs şöförü tüm yolcuları kaçırıp sikecek.

4 Ocak 2012 Çarşamba

ikramiye, ikram diye alınsa.

Bu günlerde canım sıkkın. Malum piyango hüsranları filan, şans oyunları bu kadar çok tutulan, oynanan bir şey olduğuna göre insanların bir şeylere ihtiyacı var ki umutlanıp piyango vesaire biletleri alıyorlar. (alıyoruz)
Bir çoğumuzun temel ihtiyacı para da değil aslında.
Para bence araç durumunda, kazanırsam var ya, alırım abi camaro ss, avrupayı turlarım.
Bu cümle de ki camaro ss de araçtır.
Taşıt anlamında değil lan, istenilen duygu anlamında.

Adamın asıl isteği avrupayı turlamak, yoksa camaro ss alıp içinde uyumayacak bence, ki öyle yapanlarda vardır da, neyse konumuz bu değil.

Kısacası, para verip, umudunun gerçekleşebilmesini umuyorsun. hop, bir yıkım daha.

Bu kadar şey anlatmamın sebebi zamanında sayısal lotoyu tutturmuş olmamdır. Bundan yedi yıl kadar önce de saçımı kestirmekten hiç hoşlanmazdım. Babamın beni yine zorla berbere götürdüğü günlerden biri, bu sefer abim de gelmiş. Berberden çıkınca götüm gibi olmuşsun, maymuna benzedin vs. tam olarak mizah mantığını anlayamadığım sataşmalarından yapmayı planlıyor. aynı gün de sayısal loto büyük ikramiye filan veriyor, millet deli gibi altı rakamın hayalinde, ülkede bir telaş.
Benimde o yaşta ikramiye umrumda değil, traş olsam şu eziyet bitse de, ezilmiş kola kutusundan çift kale maç yapsak çocuklarla mantığında devam ediyorum.

Neyse, gittik berbere adam tıraşımı yapıyor babam gazete okuyor filan, sonra ense tıraşına geçti adam, ben manyakçasına huylanarak kafamı aşağıda tutarken babam bir şey rica etti.

"Oğlum altı tane rakam söyler misin?"

ben sayısal loto oynadığını tahmin etmeyerek salladım rakamları.
"3-4-5-12-13-21"

kafam hala tıraş sonrası çift kale maçın hayalini kurarken, abimin hakaretiyle dünyaya döndüm.
+ "salak, ne biçim rakam bunlar, baba yazma bu rakamları ya boşa para."
- "yok oğlum kalsın, belli olmaz. tutmazsa da tutmaz yıllardır tutturuyoruz da sanki rakam beğenmiyoruz"
+ "baba bari bir iki rakam değiştirelim, 3-4-5 dedi ya, 4'ü çıkaralım, bir de 13'ü yerine başka rakam yazalım"

iki rakam çıkarılır ve akşam trt'e açılır.

topların düşüşünü ve sırasını hala hatırlarım.
"3-4-5-12-13-21"

olayın sonunda 4 tutturduk. rakamlardan çok şaşırdığım bir şey varsa o da babamın abime hiç kızmaması oldu. ben baba olsam oğlumun boynunu kırardım.
o günden beri ailede herkes bana altı rakam sorar ve bir bile zor tutar.
ve o günden beri kendimi hiç sanslı hissetmiyorum.
ki o günden önce de şanssızdım. şanslı olsam abim olmazdı ya o ayrı.
kısacası amınakoyayım abi.

20 Aralık 2011 Salı

size günlerimi anlatmam gerekirse, buraya hiçbir şey yazmamak en doğrusu olacaktır.
ama yok, öyle de geçmiyor vakit.

sıkıldığımda mallaşırım,
hiçbir şey yapmadığımda sıkılırım.
hep aynı şeyi yaptığımda da mallaşırım.

sıkılmak sık olan şeylerle alakalı demiştim ya, evet.
sıklıkla hiçbir şey yapmıyorum. kesmeşeker yeni albüm çıkartmasa dünya dönmezdi sanırım benim için. atlar dönmezdi.

güzel albüm olmuş. altar dönmedi, eyersiz atları hatırlatıyor.
sonra eğersiz sevdiğimi hatırlıyorum, kısır döngü.

her neyse bırakalım şimdi bu konuları da, perşembe doğum günüm ve hediye olarak çocuklar halı saha maçı ayarlamış, amına koyayım insan başka şeyler hayal ediyor.
doğum günü partisi diye bir şey var dünyada ama biz o ihtimali henüz göremedik.

geçen yıl da doğum günümde kendime hediye olarak akşama kadar uyku izni vermiştim. şimdi ki daha da boktan çıktı. bol bol uyuyayım da zaman geçsin, sonra sen önümden geç,
başım dönsün, sen dönme.
ve ben, geceleri çamaşırlardan korkmaya devam edeyim.

5 Aralık 2011 Pazartesi

gece çamaşırları

10,11 yaşlarında filanım. odada televizyon izliyorum, gulyabanili türk filmini yayınlamışlar.
bakın adını bile bilmiyorum, öyle de tırsardım filmden.

komedi filmi olmasına rağmen ne idüğü belirsiz şeylerden korkmamın nirvasını yaşadığım yıllardayım. sinemayı o yıllarda da seviyorum tabi de, metafizik korkular sarmış bir kere.

gulyabani filan beliriyor ekranda, gıcık bir gerilim müziği ardından, korkuyorum haliyle. gerilim müziği dediğimde gitarda en üstteki kalin mi'den ince mi'ye kadar yavaşça aşağı doğru penayı indiriyorsun. o kadar.
her neyse, beni korkutmaya yetiyordu işte.
yorganın içine girmiş izliyorum filmi, dev gibi bir adam, kocaman bir kafa, eşşek gibi gözler, çarşaf gibi kıyafetler giymiş bir şey bu gulyabani. filmin sonunu izlemeden kapattım uyumaya filan çalıştım. sağa dön sola dön, ışığı aç filan derken bir şekilde uyumuşum.

uyanır uyanmaz mahalle arkadaşlarıma anlatacağım tabi filmi. izlediniz mi? korktunuz di mi? ben hiç korkmadım falan fıstık. kafamda hava atmak var.
sabah olur olmaz, bir iki zeytin, sahanda yumurta, bir kibrit kutusu peynir, 5 yudum çay derken çıktım sokağa.

ercanların evinin altından, ercaaaaaan! ercaaaan! diye 3-4 bağırmadan sonra ercanı balkona, ordan da aşağıya çağırdım. sonra diğer çocuklar da indi, sağlam kahvaltı etmişler, enerjikler filan. orta kafa gol oynamaya gayet müsaitler.

maça başladık, ben defans oyuncusuyum, mahalle futbolunda oynamayı bilmeyen herkes defans ya da kalecidir. vasıfsız bir mevki bizim için. her neyse, ben tüm defansa gulyabaniyi anlatıyorum. geceleri dolaşırmış, mahalleli korkarmış filan, niyeyse kafamda öyle canlandırmışım özelliklerini, birden oyun durdu, herkes beni dinliyor, gulyabani böyle yaparmış, gözü bu kadar. boyu şu kadar filan. işin garibi anlattıklarıma manyak derecede inan bir kişi varsa o da benim. bildiğin tırsıyorum. prodüksiyon filan olduğu aklımın ucundan bile geçmiyor.
gece indi, ben ve bütün arkadaşlarım sokağın başında, karşılıklı, sağlı sollu evlerde oturuyoruz. sokağın aşağı tarafı da, soğanlı dediğimiz yere doğru iniyor, serseri, bıçkın gençler filan var. orası yeterince gergin değilmiş gibi, tam sokağın sonunda geniş balkonlu bir ev var. evde çamaşır ipleri yukarıdan aşağı doğru iniyor.

üstteki ipe şapka, bi alındaki ipe cübbe, onun altına da kumaş beyaz pantolon asmışlar.
o binaya pek yaklaşmıyoruz. dediğim gibi gece indi, karanlık filan. uzaktan çamaşırlar insan gibi duruyor, dün de ben film izlemişim. bir tırstım, sokakta ağladım ağlayacağım. topladım çocukları, hepsine gösteriyorum, herkes korktu tabi, haklıymışsın, gulyabani bu filan.
bir gulyabani furyası aldı bizi gitmiyor, herkes kafayı yemek üzere.
hepimiz odaklandık gulyabani sandığımız kıyafetlere uzaktan bakarken, rüzgar sayesinde bu kıyafetler yürüyormuş gibi oldu. 6-7 çocuk koşmaya başladık yukarı doğru, ben de en yavaş koşanları olarak, gözleri dolu arkalarından ercanların apartmanlarına girdim. evlere dağılıp, ertesi gün bakkalın önünde toplanma kararı aldık.

tekrar sabah oldu, baktım camdan herkes bakkalın önünde beni bekliyor. hararetli de bir konuşma, indim hemen.
gündüz gözü gulyabaninin olduğu eve gitmeye karar verdik.
6-7 kişi koca yolda sıkış tıkış yürüyoruz. evin önüne kadar geldik, birden otomatiğe bastılar, kapı açıldı.
şapkalı, cübbe ve beyaz pantolon giymiş bir adam gördük. kafamızı kaldırıp yüzüne bakmadan, ince çığlıklarla cil yavrusu gibi kaçışıyorduk. 1 dakika içinde sokakta kimse kalmadı. herkes evlerine girmiş.

sonra anladık ki, bu adam sokağa yeni taşınmış dergahçı bir amcaymış. ercanın annesiyle, adamın hanımı tanışmışlar filan. bize de ercan söyledi. içimiz rahatladı tabi ama ben yine de geceleri rüzgarlı havada çamaşırlardan korkarım.